sevgi ve ait olma hayatın temel ihtiyacıymış. maslowun ihtiyaçlar hiyerarşisinin galiba en önemlisi. en azından günümüz psikologları için. ama yalan. ben o duyguyu hayatımda kısa bir dönem tattım. gittikten sonra da bir daha arayışına girmedim. sevmek ve sevilmek insanın kendini değerli hissetmek için uydurduğu, hayatın özüyle alakası olmayan kavramlar. ve maalesef hayatın özü diye bir şey de yok. çünkü dilin nimetlerinden if kelimesiyle yola çıkarsak, yani diyelim ki hayatın anlamı diye bir şey var. benim bunu aramamı zorunlu kılan ve yalnızca mantıkla bulunabilecek(saf akıl yürütme dışında başka hiçbir yol geçerli değildir. bunun sebebini ya bu yazıda ya da başka bir yazıda açıklarım, bu yazının nereye gideceğini bilmiyorum.) doğru bilgi var mdır? sorusunun cevabı da yoktur. bunun sebebi bir insanın hayatın anlamı denilen şeyin arayışına girmesinin tek sebebi insanın yaptığı eylemleri yapmasını zorunda kılan bir şey var mıdır yok mudur sorusudur. çünkü dünyaya ilk geldiğimiz andan itibaren ilk başta dünya güllük gülistanlıktı. sonra 'kötü' denilen şeyi deneyimledik. sonra izledikçe gördük ki sadece kötü yok. 'iyi' de var. sonra biraz daha bakınca bazı şeylerin 'çok kötü' olduğunu gördük. neye göre kime göre sorusunu sormadık daha. ve o çok kötü denilen şeyi ortadan kaldırmak istedik. saf ruhumuza aykırıydı bunun varlığı. bu sayede dünyayı değiştirmek istedik :D bunu gerçekleştirmek için iki şey gerekliydi. bilgi ve güç. güç benim için 13 yaşında elde edebileceğim bir şey değildi. bilgiye yöneldim. çok ileride gücü elde etme şansım vardı. belirli bir bilgi seviyesinden sonra sadece bilgiye yönelik yaşamamam gerektiğini gördüm. artık gücü elde etmeye yönelik kıpırdanmalara ihtiyacım vardı. tabii ki bunun en mantıklı yolu veya bize en fazla dayatılan yolu diyeyim, iyi bir lise, iyi bir üniversite, iyi bir iş, iyi bir maaş, güzel ve mutlu bir aile, mevki makam sahibi olma diye diye ilerliyordu. ben de aldandım ve iyi denilebilecek bir liseyi kazandım. artık hem öğrenmek hem de iyi bir üniversite için çalışmalıydım. ama olmadı. bu sefer de gençliğin heyecanına kapıldım. günlerimin çoğu boş geçti. yeni şeyler hep öğrendim ama iyi bir üniversite hedefleyen bir öğrencilik hayatı geçirmedim. üzerine fazla düşmediğim ve belirli temellendirmeler yapmadığım sorgulamalarla okula hep soğuk baktım. sınavlara ya son gün çalıştım ya da kopya çektim. 12. sınıfta çok yoğun bir depresif arayış içerisindeyken okula neredeyse hiç gitmedim. günah çıkardığıma göre devam edeyim.
iyi de neden? tamam. dünyada çok kötü ve değişmesi gereken şeyler var. bunların varlığını kanıtlayamasam da hissediyorum. ama ben bunlara neden el atmak zorundayım? bu soruyu dünyayı kurtarmak sana mı kaldı moruk minvalinde sormadım kendime. beni bunu yapmaya zorunda bırakan bir şey gerekliydi. ve o şey öyle bir şey olmalıydı ki bu şey sadece beni bağlamamalıydı. gökyüzünün ortasında kocaman harflerle yazılmış bir HAKİKAT arıyordum. çünkü ancak bu şekilde hem tutarlı olacaktı hem de beni ve insanlığı iyiyi yapmaya zorunda bırakacaktı. bu şey öyle bir şeydi ki big bangden bile öncesinde vardı. benim sikindirik hayatımda kendimle ilgili uydurduğum bir şey olamazdı bu. bu soruyu o günkü bilgimle cevaplandıramadım. yani hayatın anlamı yok dedim. ama bu belki de benim henüz bulamadığım anlamına geliyordu. evet bu soruyu bu şekilde kimsenin sadece akıl yürütmeyle çözdüğünü düşünmüyorum. ama bugün kıyamet kopmadı diye yarın kopmayacak değil ya. belki de bunu bulan ilk insan ben olacaktım. bunu bulanın ilk ben olması fikri cezbetmedi ama beni. ilgilendiğim tek şey bunun bulunmasıydı. o depresif hayatımdan kopmamı sağlayan tavır, hayatın anlamını bulmak amacıyla hayata devam etme düşüncesi oldu. bu sefer derslere sımsıkı sarıldım. çünkü bu hayatın anlamı dediğim şeyin aslında pandoranın kutusundan bir farkı yok. öyle bir kutu ki sayısının ne kadar olduğunu bilmediğim adette kilit yuvası var ve anahtarları deliğe yerleştirdiğimde o anahtar doğru bir anahtar bile olsa tüm anahtarlar doğru olup kilit açılana kadar o yerleştirdiğim bir anahtarın doğru olup olmadığını bilemeyecektim. belki de iki adet bilginin bir araya gelmesi beni ışığa götürecekti belki de sayısı çok fazla bilgiler kombininin ardından istediğim sonucu alacaktım. işte bu yüzden derslere sımsıkı sarıldım. lisede hocamı sevsem de edebiyat dersinden hep nefret ettim. o bile gözümde büyük önem kazandı. bir bilginin nereden gelip hayatıma dokunacağını bilmiyordum. isteyerek çalıştım. gelecek kaygısıyla değil. bana dayatılan ideal yaşama ulaşmak için değil. ama bu sırada felsefe okumayı ihmal etmedim. derken wittgenstein diye bir gavurun evladı hayatımın içine sıçana kadar. bu adam felsefe literatürüne sorgulamayı sorgulamak gibi ilk bakıldığında kelime oyunu gibi gözükme ihtimali olan bir şaheser bırakmıştı. örnek verecek olursak: yaşadığım hayat gerçek midir sorusunun kendisi gerçek midir? tabi bu soruyu cevaplandırmaya çalışmayacağım, kendi soruma geri dönüyorum. beni yaptığım her eylemi dikkat etmeye zorunda bırakacak ulvi bir bilgi arıyordum.
peki bu bilgiyi aramanın kendisini zorunlu kılan sebep neydi? bu soru hayatın anlamsızlığını tokat gibi çarptı tabi. hâlâ etkisinden kurtulabilmiş değilim. kurtulmamam da gerek. çünkü hayattaki tek gerçeklik hayatta bir gerçekliğin olmamasıdır. bu yüzleşmek zorunda olduğum bir şey. ve bu sonuç öyle bir berbat sonuç ki bana nefret doktrini diye cool görünmesini istediğim bir başlıkla yazı yazdırıyor.
neyse. şimdi bir yazı değerlendirmesi yapacağım. çok kısa olacak ama benim bu sonuçlara ulaşmamı sağlayan sadece bir kaynak vardı. mantık. hayata ne sadece duygularla bakıyorum bazı dallamaların yaptığı gibi, ne de mantık ve duyguyu bir arada tutarak yaklaşıyorum. ikinci seçenek güzel gözüktü. 20 yaşına girmeme az kaldı. hayatımdan duyguların varlığını 6 yaşında çıkardığımı yeni öğrendim gittiğim psikolog sayesinde. ilk inzivaya çekilip gözlemleme ve sorgulama tavrını o yaşta tattım. ve ilk o yaşta değersiz hissedip kötü denilen şeyin farkına vardım. ama vurgulanması gereken yer değersiz hissetmem. insan biyolojik olarak onun hayatta kalmasında zorluk çıkaran şeyleri yok etmek için çok büyük çaba sarf ediyor benliğinin farkında olmadan. sevmeyi ve ait olmayı o yaşta sildim. bu başlangıç beni ruh hastası bir sosyapata çevirmeye başladı ama belki de olması gereken buydu. insanın kullandığı her terim uydurma gelmeye başladı. örneğin mutluluk. uyuşturucuların en âlâsıydı. insan mutluluğu elde etmeye çalışıp her başarılı olduğu anda veya ister istemez gelen her mutluluğun ardından uyuşmaya mahkumdu. burada depresyon manifestosu yapmaya çalışmıyorum. 0 hali olan dinginlikten kaçıyordu insanlar. çünkü o hâl düşünmeye ve kaldıramayacak kişiler için delirmeye giden bir yoldu. düşünmeyi engellemek için banliyodaki çocuk bonzai kullanırken, üniversiteli genç partiye gitti, ekonomik durumu normal veya alt olan aile piknik yaptı, durumu iyi olan yetişkinler ise pahalı bir restorantta rakı içti :D hepsinin aynı şey olduğunu gözden kaçırdık ama. toplumun düzenini kuran sadece banliyodaki çocuğun kullandığı şeye uyuşturucu derken kendi yaptığı eylemi normal gördü. korku mesela. hayatın ve kendi hayatının anlamsızlığını ve beş para etmezliğini iliklerinde hissetmeyen kişi ölümden hep korktu. ve ona ölümü getirebilecek her türlü şeyden. güven mesela. kendisini kendisine güven duyabilecek düzeyde görmeyen biri bir başkasına neden güven duysun ki? o kişi sonunda aldatılacaksa, güven duyduğunda da aldatılacak, duymadığında da. gurur mesela. insanın kendisini bir bok sanmasından başka hiçbir şey değildi. hatta asla varolmaması gereken bir şeydi. öfke. insanın istediği şeyleri dikte etmeyi başaramamasının bir ürünüydü ki dikte etmeyi zorunda kılan bir şeyin olmadığının farkında değildi. her şey uydurmaydı. belki okurken beni toplumun dışladığı bir zavallı olarak gördün ama ben toplumun kabul ettiği her şeyi dışlayarak bu tahta oturdum.
ama bi saniye. yine olmadı. yine sadece mantıkla yaklaştım. duygu bu yazdıklarımın hiçbir yerinde yok. tamam bi yerden tutmaya çalışayım. iyiyi hissedebilmekten bahsetmiştim. ee. ne güzel işte. hissedebiliyorum. hayat formel bir bilim değil ki. mesela matematikte 1+0=0+1=1dir. ve bu her ne kadar çok basit gibi de gözükse sadece bir hissetmedir. bu yazdığım şey kanıtlanmaya ihtiyaç duyar. nitekim kanıtlanır da. ama hayattaki her şeyi kanıtlama zorunluluğu da nereden geliyor? yok öyle bi şey. iyiyi hissedebiliyorum. bu onu kabul etmem ve iyiyi yaymak için elimden geleni ardıma koymamam konusunda bir göz kırpıyor sanki. güzel başladım değil mi? keşke.kendimi sadece dünyayı olabildiğince fazla kötüden arındırıp iyiye yönetlmeye adayan bir fedai olmak için elimden geleni yapabilirim. ama yine bir sıkıntı var. kendi iyimi yani ispatlayamayacağım bir şeyi başka birine nasıl kabul ettirebilirim? ben az önce kendi anlamımı uydurdum. ama ortada duran hakikatin benim uydurduğum anlamla hiçbir alakası yok. kendime yönelik uydurduğum bu anlayış anca new age cilerin yüzünü güldürür. günü kurtarmaya çalışmak, ortada kabul edilmesini zorunda kılmayan bir anlayış üretmek felsefi bir açıdan yetersizdir.
nihilizm denilen insan uydurması illet burada gözlerini açar ve kapatır. açıp, ona ait olmanın zorunluluğunu hissettiğini görür ve gözlerini yumar.
bu da doktrin olamayacak kadar kısa bir var olan her şeyi reddediş üzerine girişim olarak kalsın. diyojenin yaptığı gibi bi varil bulup içine girmem lazım. selametle kalın.
ha bi de şu alıntı kalsın burada.
''i know that this world exists.
that i am placed in it like my eyes in its visual field.
that something about it is problematic, which we call its meaning.
this meaning doesn't lie in it, but outside of it.
that life is the world.
that my will penetrates the world.
that my will is good or evil.
therefore that good and evil are somehow connected with the meaning of the world.''